O eski 5 Mayıs akşamları okul çıkışında büyük bir beklentiyle evlerimize koşar, yemeğimizi yedikten sonra da kendimizi hemencecik sokağa atardık... Büyük ağabeylerde mahallemize oldukça uzak olan sanayiden yürüttüklerini söyledikleri bir sürü eski püskü lastiği uygun bir yere yığar, ardından da başka abilerin olduğu gruplarla lastik kavgası yapar, genelde bizim evin yakınlarında oturan abilerin eline de pek bir şey kalmazdı...
Yazılı ve türlü sınavların olduğu döneme denk gelen ve genelde gergin geçen Mayıs ayının bu ılık gecesinde yüreğimizde çocukça yaşattığımız karşılıksız komik aşklar canlanır, içimizde kır çiçeklerinin kokusuyla birlikte gelen yaz mevsiminin eğlence ve oyun kokan heyecanı yeşerirdi...
-Gök yüzündeki akşam yıldızının ufukta yavaşça belirmesiyle birlikte gelen mavi gece karanlığı, tüm gerginliklerin üzerini kapatmış, gözleri mahallede yer yer beliren ateş parıltılarına ve dumanlara yöneltmiştir.
Bu ilk beliren ateşler; genelde çocuklar tarafından toplanmış cılız çalı ve tahtalarla desteklenmeye çalışılan, üzerinde atlama alıştırmaları yapmaya yarardı. Ağabeylerin açıklığa yığdığı lastikler de alev almaya başlayınca, doğal olarak bu küçük ateşler sönmeye bırakılır, böylece herkes lastiklerin iyice yanıp atlamaya uygun yükseklikte yalım vermesini beklemeye koyulurdu.
Büyük ateşlerin iyice harlandığı bu sırada Kara Muratlık yapmayı seven bir arkadaşımız, tehlikeli yükseklikte olan yalımların üzerinden, -Her zaman olduğu gibi- ateşin alçalmasını beklemeden atlamaya kalkardı. Ve bu iş, yanan bir kaş ve bir tutam saç teliyle sonuçlanırdı.
Ateşten ilk atlayan büyüklerimizden sonra, biz de aralık buldukça atlamaya koyulur, gerektiğinde birbirimizi sıraya sokarak bir kazaya neden olmadan herkesin eğlenmesini sağlardık. Benim aklımdan da sürekli karşılıklı atlayıp çarpışarak ateşin üzerine düşen çocukların anlatılan öyküleri geçer ve arkadaşlarımı sürekli uyarırdım.
Aramıza apartman sakinlerinden ana babaların girip göstermelik olarak birer kez atlamalarıyla daha da resmi ve ciddi bir anlam kazanan bu oyun, işt bu şekilde sürüp giderdi... Ateşten atlamak isteyip te erkeklerin kabalığı yüzünden fırsat bulamayan kızlar ya da anne babalarının büyük ateşten atlamasına izin vermediği çocuklar için de, büyük ateşin yakınında her keresinde ufak bir ateş daha yakılırdı. Topluluk içinde ateşten atlama konusunda anlaşamayanlar da başka açıklıklara gidip kendi ateşlerini yakarlar ve üzerinden büyük bir gururla atlarlardı...
''Hıdırellez ateşi sönmeye yüz tuttuğunda artık herkes sessizleşmeye başlamıştır....Gözler dakikalar boyunca türlü ciyaklama ve tıslamalarla yanan ateşe baka baka sulanmış, tüm vücut atlayıp durmaktan kanter içinde kalmış, kafa kazan gibi şişmiş, ama eğlence bitmemiştir...''
Sıra mahallenin gezilmesine gelmiştir...
Atlama töreninin bitiminden sonra kızlı erkekli toplanır ve mahalleyi turlamaya başlardık. Yorgun bedenler bir bir ateş başından ayrılmaya başlardı böylece... Alkol alıp taşkınlık yapanların ve varoş mahallelerinden gelen serserilerin her yere yayılmalarından dolayı, yanımızda bir büyüğümüz olmadığı sürece çok uzaklara açılmazdık.
''Sönmeye yüz tutmuş ateşi öylece, tek başına öksüz bırakmanın verdiği acı nedense yüreğimi şu an bile sızlatır...''
Bu gezintiler sırasında çocukluk dünyasının komik aşk dedikoduları, laf atmaları ve sır dolu fısıldaşmaların ateş vurmuş yüzlerde yarattığı gülücüklerle birlikte, yanık lastik kokan terli ve yorgun durumumuza aldırmadan yakılan diğer ateşleri ve atlamaları pür dikkat izlemeye koyulmanın tadı bambaşkaydı.
Ya o cebimizdeki tuzlu çekirdekler ve içimizde duyduğumuz karşı koyulamaz susuzluk duygusu?...
(Ah bir tanıdık bulsam da bir bardak su istesem!)
Nereye gitsek genzimizi yakan lastik kokularına aldırış etmeyen küçük bedenlerimiz, geceye doğru uykulu yorgunluğa yenik düştüğünde artık evlerimize gitmemiz gerekmekteydi. Çoğu arkadaşımız da, evden çağırılıp çoktan ayrılmış olurdu bizden zaten. Geceye doğru da ateşler közlenmeye başlar, sokaklar boşalır, geriye yalnızca kafayı çekip naralar atan serseriler ya da bir köşeye sinip sessizce demlenen gençler kalırdı. Her hıdırellez günü sonrası için de bir piknik düzenlemek için anlaşırdık ama ne yazıktır hiç bir zaman bunu tam olarak gerçekleştiremedik...
O gece yıkanıp tertemiz olmuş şekilde yatağıma yattığımda kafamın içinde zamanın sonsuzluğuna yitip gitmiş bağrışmaların, ateş parıltılarının ve gülüşmelerin yankılarını duyar ve düşlere dalıp kendimi ağır bir uykuya bırakırdım...
''Keşke yorulmasaydım,
keşke hiç bir ateş sönmeseydi!..''
Tüm bunların ertesi günü ise okulda herkes kendi sokağında yakılan ateşleri anlatırdı ve her an kendine oyun ve eğlence arayan bizler, türlü yaramazlıkları ve taşkınlıkları duydukça sırıtıp dersi kaynatırdık.
Yakılan hurda koltuklar, dolaplar, elektrik tellerine kadar ulaşıp tüm mahalleyi elektriksiz bırakan hıdırellez ateşleri, sanayicinin kovaladığı ağabeylerin kaçış öyküleri, polisin zorla söndürdüğü büyük ateşler ve daha nicesi... Özellikle varoş serserilerinin yaktıkları ateşler hıdırellez ateşi olmaktan çıkıp tehlikeli boyutlara ulaştığı için, polis özellikle bunları engellemeye çalışırdı.
Yaşadığım son Hıdırellez gününde sokağa çıkmış ve yakılan bir ateşi izlemeye gitmiştim. Bir adam ''Çocuğumu ateşten atlatmadılar'' diye kızıp ufacık veletlerle inatlaşarak polisi aramış ve ateşi söndürtmüş. Ondan sonra da öğrendim ki hıdırellez de ateş yakmak zaten yasaklanmış o yıl.
Artık 5 Mayıs Akşamları burnum, acı acı gök yüzüne yükselen lastik kokularını duymuyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder